Ferhat Livaneli 50. sanat yılını kutluyor: Ağabeyim, benim için bir okul

Sinan Yıldırım

O bir Livaneli… Bu kez akla ilk gelen isim sanatçı Zülfü Livaneli’yi değil, kendisi gibi müzisyenlik yapan kardeşini daha yakından tanımaya çalışacağız. Müzik yaşamını mütevazı bir şekilde sürdüren ve geri planda kalmayı tercih eden Ferhat Livaneli, bu yıl sanat yaşamının 50. yılını kutluyor.

Yarım asra 100’ü aşkın beste sığdıran Ferhat Livaneli, yaptığı müziklerle Altın Plak ve Altın Kelebek ödüllerini kazandı. “Benim için okul gibi” dediği ağabeyi Zülfü Livaneli ile dünyanın birçok yerinde unutulmaz konserler verdi. Aralarında Joan Baez, Harry Belafonte ve Mikis Theodarikis gibi isimlerle aynı sahneyi paylaştı. Hangi sanatçılardan etkilendiğini, bestelerini nasıl yaptığını ilk kez anlattı.

Ferhat Livaneli, sokak hayvanlarına karşı ‘Katliam Yasası’ olarak bilinen düzenlemeye ilişkin “vicdansızlık” ifadesini kullandı.

Yargı mensubu bir babanın çocuğu olarak birçok kentte yaşadınız. Aslen Artvinlisiniz ancak siz Amasya’da dünyaya geldiniz. Çocukluğunuzdan biraz bahseder misiniz?

Rahmetli babam savcıydı, bu yüzden birçok kentte bulunduk. Bir ağabeyim Fethiye’de, bir ağabeyim Ilgın’da doğdu. Ablam da Silifke’de dünyaya geldi. Ben ise Amasya’da dünyaya gözlerimi açmışım. Ama oradan da ben bir yaşındayken ayrılmış, Muğla’ya geçmişiz. Babam daha sonra Ankara’ya atandı. Ben çocuk olarak sadece başkenti hatırlıyorum. İlkokul, ortaokul, lise ve üniversiteye orada gittim. Hep aynı semtte, Bahçelievler’de yaşadık.

‘BABAM KANUN ALACAKTI, AĞABEYİM GİTAR ALDIRDI’

Müziğe nasıl ve kaç yaşında başladınız?

13-14 yaşlarındaydım sanırım. Babam benim kanun çalmamı istiyordu. Zülfü Ağabeyim “Ferhat’a gitar alalım baba; kanun değil, gitar öğrensin” dedi. Babam da ikna oldu. Böylece ağabeyimle birlikte Hamamönü’ne giderek bir gitar aldık. Müziğe öyle başladım diyebilirim. Tanıdığımız bir ağabeyden de gitar akorlarını öğrendim. Ünlü üstad Mutlu Torun o yıllarda Ankara’da askerlik yapıyordu. Kendisinden klasik gitar dersleri aldım. Şu anda halen Haliç Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapıyor, geçtiğimiz günlerde kendisiyle görüştük.

ODTÜ’de İşletme Bölümü’ne kayıt oldunuz. Peki, üniversiteyi bitirebildiniz mi?

1976-77 yılları gerçekten çok karışıktı. Biz altı ay okuldan uzaklaştırılmıştık. Ben maalesef ODTÜ’yü bitiremedim. Ama okulu bırakmamdaki asıl sebep müzikle ilgilenmemdi. Zaten profesyonel olarak birkaç yıldır sahneye çıkıyordum. Ankara’da Mor Kulüp diye bir mekan vardı, 1974 yılında ilk kez orada gitar çalmıştım. O günden beri de profesyonel olarak müziğin içindeyim. Dile kolay, bu yıl tam 50 yıl olmuş.

Müzik kariyerine 1974 yılında Ankara’da bulunan Mor Kulüp’te gitar çalarak başlayan Livaneli’nin kariyerinde 50 yıl geride kaldı.

Sonra ağabeyinizin ardından siz de İsveç’e gittiniz.

Zülfü ağabeyim o yıllarda İsveç’teydi. Ben de onu ziyarete gitmiştim. Birlikte Stockholm Radyosu’na iki program yaptık. Gerçekten çok güzel yayınlar oldu. Ben daha sonra geri döndüm, amacım üniversiteyi bitirmekti. Ama kolay değildi tabii. Hem politik olaylar hem müzik çalışmaları benim için giderek zorlaşmaya başlamıştı. Böyle olunca da dördüncü sınıfta üniversiteden ayrıldım. 1978 yılında bu kez yerleşmek için İsveç’e gittim. Çok uzun yıllar da orada kaldım.

‘YURTDIŞINDA GURBETÇİ OLMADIM’

İsveç’te Birkagarden Yüksek Müzik Okulu’nda okudunuz. Orada hangi eğitimleri aldınız?

Okulda hem klasik hem modern eğitim vardı. Gitar dersleri de veriliyordu. Ama ben yıllarca ağabeyimle birlikte çalışarak aranjörlük yönümü geliştirdim.

Türkiye siyasi açıdan zor günler geçirirken, Avrupa’da da isyan dalgası yayılıyordu. Tabii, bu süreçlerden müziğin de etkilenmesi kaçınılmazdı. Gurbet yılları sizin için nasıl geçti? Albüm ve konser çalışmaları devam etti mi?

Biraz önce bahsettiğim gibi yurtdışında ağabeyimle birlikte çalışıyorduk. Mesela ‘Güneş Topla Benim İçin’ albümü yapılıyordu, ben gelip 1-1,5 ay kalıyordum. ‘Ada’ albümünü de Almanya ve İsveç’te yapmıştık. ‘Zor Yıllar’, ‘İnce Mehmet’ ve burada ismini sayamadığım diğer albümler… O albümlerin hepsinde ben de vardım zaten. Açıkçası o yıllarda bir gurbetçi gibi yaşamadım. Oradaki zamanlarım daha çok eğitimle geçti. Bir yandan müzik öğretmenliği yaparken, bir yandan da korolar yönettim.

Ferhat Livaneli, ağabeyi Zülfü Livaneli’nin adıyla yayınlanan birçok albümün yapım sürecinde kendisinin de bulunduğunu belirtti.

Türkiye’ye döndükten sonra ilk olarak İstanbul Devlet Modern Folk Müzik Topluluğu’nda Genel Sanat Yönetmeni olarak görev yaptınız. Memuriyet ve yöneticilik sizin için zor oldu mu?

1993 yılında Türkiye’ye geri döndüm. Sayın Fikri Sağlar’ın Kültür Bakanı olduğu dönemde Modern Folk Müzik Topluluğu kurulmuştu, oraya sanat yönetmeni olarak atandım. Bürokrat bir ailede yetiştiğim için bahsettiğiniz açıdan hiçbir sıkıntı yaşamadım. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, yaklaşık 20 yıl yurtdışında kaldığım için Türkiye’deki yaşama adapte olmam biraz zaman aldı. İsveç ile Türkiye birbirlerinden gerçekten çok farklı ülkeler.

‘UNUTAMADIĞIM KONSERLER’

Peki yurtdışında Türk ezgilerine nasıl bakılıyordu, buradaki gibi etkileşim oluyor muydu?

Taş yerinde ağırdır. Biliyorsunuz, dünyaya Amerikan kültürü hakim. Dili İngilizce olan, kendi şarkılarını dinliyorlar. Bizim gibi ülkelerin ezgilerine de yabancı müzik diye bakıyor, dünya müziği kategorisinde değerlendiriyorlar.

Ferhat Livaneli, ağabeyinin yanı sıra birçok yabancı sanatçıyla sahneyi paylaştı.

Başta Zülfü Livaneli olmak üzere Mikis Theodorakis, Joan Baez ve Maria Farantouri gibi birçok sanatçıyla sahne aldınız. Hayatınızda en unutamadığınız konser hangisiydi?

Zülfü Ağabeyimin 1997 yılında hipodromda verdiği konser gerçekten çok görkemliydi. Ağabeyimle gerçekten çok keyifli ve güzel konserler yaptık, onları asla unutamam. Yurtdışında da çok büyük etkinliklere katıldık. Harry Belafonte, Joan Baez ve Nana Mouskouri gibi sanatçıların da olduğu etkinliklerde yer aldık. Geçen yıl Harbiye’de gerçekleştirdiğimiz konser de onur duyduğum bir etkinlik oldu. O konserde kurduğum geniş orkestrayla birlikte Türkiye’nin güzide sanatçıları sahneye çıkarak birer şarkı okumuştu. Çok keyifli bir konser olmuştu. Ayrıca 2000 yılında New York’ta verdiğimiz konser de unutulmazdı. Orada Ahmet Ertegün, Arif Mardin, Al Di Meola ve Ara Dinkyan gibi isimler vardı. Gerçekten çok özel bir geceydi.

‘AKŞAM U2 KONSERİNE ÇIKIYORUZ’

U2’nun 2010 yılında Atatürk Olimpiyat Stadı’nda verdiği konserde gitarınızla “Yiğidim Aslanım” şarkısını çaldınız.

U2 konseri çok ilginç oldu. Spontane bir şekilde gerçekleşti. Zülfü Ağabeyim beni öğle saatlerinde aradı. “Ben Bodrum’dan geliyorum, sen de hemen hazırlan. Bizi alıp, Olimpiyat Stadı’na götürecekler. Birlikte U2 konserine çıkacağız” dedi. Sahneye çıkacağımız, konserden sadece birkaç saat önce belli olmuştu! Ama gerçekten harika bir konserdi. Sahne, ses düzeni, seyirci…

Ferhat Livaneli, ağabeyi Zülfü Livaneli ile birlikte sahne aldığı U2 konseri için “Gerçekten harika bir konserdi” ifadelerini kullandı.

‘BENİM OKULUM ZÜLFÜ AĞABEYİM’

Cem Karaca, Zülfü Livaneli’ye “Sen bizden akıllı çıktın. Kardeşini müzisyen yetiştirdin, şimdi rahatsın” demişti. Peki, Zülfü Livaneli gibi bir sanatçının kardeşi olarak siz de rahat mıydınız?

Evet, rahmetli Cem Karaca’nın o cümleyi söylediği zaman ben de oradaydım. 1982-83 yıllarıydı sanırım, ağabeyimle birlikte Cem Karaca’yı Almanya’daki evinde ziyaret etmiştik. Türkiye’ye dönmek istiyordu ve Almanya’daki durumundan biraz dert yanmıştı. Zülfü ağabeyim benim için çok büyük avantaj oldu. Müzik eğitimi almıştım ama işin bir de pratiğe dökülmesi vardı. Ağabeyimle çalışmak bana okul gibi oldu.

Bugüne kadar kaç beste yaptınız, kaç albüme imza attınız?

Genellikle enstrümantal bestelerim var. Sözlü olan bestelerin sayısı oldukça az. Bestelerimi saymadım ama herhalde 100 civarı vardır. Bugüne kadar 12-13 tane de albüm yaptım.

Beste yapmak, sahnede olmak, dizilerde çalışmak… En çok keyif aldığınız alan hangisidir?

Belki size garip gelecek ama dizilere müzik yapmak bana çok ilginç geliyor. Açıkçası sahne çok bana göre değil. Beste de insanın aklına her zaman gelmiyor. Ayrıca bestelerin niteliği konusunda da pek kıyaslama yapamıyorsunuz. Bana göre, dizi işi oldukça keyifli ve heyecanlı.

Gitarda rocktan caza, countryden bluesa, halk müziğinden pop müziğine kadar geniş bir yelpazeniz var. Ne tür müzikler dinlersiniz? Örnek aldığınız, idolünüz olan müzisyenler var mı?

Ben en çok caz müzik severim. Gitarist ve besteci Pat Martino benim idolümdür. Kendisini yaklaşık üç yıl önce kaybettik. John Scofield, Bireli Lagrene ve Wes Montgomery gibi sanatçıları da dinlerim. Aklıma ilk gelen bu isimler çok saygı duyduğum, benim için değerli müzisyenlerdir.

Bestelerinizi nasıl yaparsınız? Olmazsa olmazlarınız var mıdır?

Olmazsa olmaz demeyelim ama spor yaparken hayal gücü ve yaratıcılığın arttığını düşünüyorum. ABBA grubunun Bjön Ulvaeus isimli bir üyesi var, gruptaki bestelerin önemli bir kısmını kendisi yapmıştır. O da benzer şeyler söylemişti sanırım. Ormanda koşu yaparken besteler aklına gelirmiş. Açıkçası ben de çoğu besteyi spor yaparken, özellikle koşarken yaptım. Nedenini bilmiyorum ama o anlarda insanın içinde melodiler uçuşuyor.

Halen şefliğini yaptığınız orkestranızla konserlerinize devam ediyorsunuz. Ayrıca bir yandan da birçok albüme sanat yönetmenliği yapıyorsunuz. Çalışmalarınız hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?

Albümler artık eski yıllardaki mantıkla yapılmıyor. Eskiden stüdyoya girer, örneğin 10-12 eserlik bir albüm yapardık. Artık single’lar yapılıyor. En son sanatçı dostlarım Nurdan İpek ve Sevinç Eratalay’ın albümlerinde düzenlemeler yaptım. Diğer yandan konserlere de devam ediyoruz.

Müzisyenliğinizin yanı sıra aynı zamanda eğitmensiniz. Kurucusu olduğunuz Artlife Müzik Merkezi’nde dersler veriyorsunuz. Müzikle uğraşmak isteyenlere, enstrüman çalmak isteyenlere -özellikle de gençlere- tavsiyeleriniz var mıdır?

Mecidiyeköy’deki müzik merkezimizi pandemi başladıktan birkaç ay sonra kapattık. Üzücü de olsa böyle bir karar almak zorunda kaldım. Şimdi online olarak dersler veriyoruz. Hangi enstrümana yakınlık duyuyorlarsa onun üzerine eğilsinler. Bu konuda kimseyi de dinlemesinler. Dershane yönettiğim yıllarda şunu fark ettim: Çok küçük yaştaki bir çocuk bile hangi enstrümanı seçmesi gerektiğini herkesten daha iyi biliyor. Önce hangi enstrümanı çalmak istediklerine karar versinler. Ardından da o enstrümanın üzerine eğilsinler. Bir müzik aletini çalabilmek sebat ve çok büyük emek istiyor. Bunu da hiçbir zaman unutmasınlar.

‘BU NASIL BİR VİCDANSIZLIK?’

Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi durum hakkında ne düşünüyorsunuz? Şu sıralarda sokak hayvanlarının uyutulması gibi tepki çeken bir teklif tartışılıyor.

Ben her zaman uygar Türkiye’nin yanındayım, Atatürk Türkiyesi’nin! Türkiye’nin o çizgide kalması gerektiğini düşünüyorum. Maalesef ülkemizde uzun yıllardır birçok acı olay gerçekleşmekte. Hayvanların uyutulması düşüncesine hiçbir anlam veremiyorum. Hangi vicdan, nasıl bir vicdansızlık bunu yapabilir ki? Gerçekten çok acı. Türkiye’nin gericilik kaynaklı sorunları var. Umarım daha aydınlık ve güzel bir Türkiye’yi görebiliriz.

Konserlerinizde seyircilerin hep bir ağızdan eşlik ettiği ezgilerden biri de hiç şüphesiz ‘Güzel Günler Göreceğiz’. Türkiye ve dünyada yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen “güneşli günler”e olan inancınızı halen koruyabiliyor musunuz?

Umudun her zaman olmasını gerçekten çok istiyorum.

‘MÜZİSYEN OLMASAYDIM’

Bütün zorluklarına rağmen 50 yıldır müzikle uğraşıyorsunuz. Müzisyen olmasaydınız ne yapardınız, ya da ne olmak istersiniz?

Ben ilk olarak Hacettepe Tıp Fakültesi’ne kayıt yaptırmıştım. Ama daha sonra tıptan vazgeçtim ve ODTÜ’de işletme okumaya karar verdim. ODTÜ’de aldığım eğitimin müzik yaşamımda bana çok faydası oldu gerçekten. Ben müzik konusunda oldukça şanslıydım, devlet kadrosundaydım, konserler veriyorduk, kendi stüdyom vardı vs. Ama müzik serüveni oldukça meşakkatli bir yol, onu da yeri gelmişken itiraf etmeliyim. Dünyaya yeniden gelsem yine müzik yapardım tabii ama işletme alanını da tercih edebilirdim.

(KÜLTÜR SANAT SERVİSİ)